Dec 28, 2009

sadakat-siz; biz neyiz?


neden bu insanlar böyle?
yani o kadar uzun ilişki yaşamadığımdan baya umudum kırılıyor bildiğin.
suçlamak olarak da değil üzülüorum bildiğin bencilce kendim için...
acıyı çeken canımdan değilse umurumda da değiller aslında.

fekat

"aşk yokmuş" diye biri haber vermiş gelecekten gibi...

buruluyorum atam

Dec 22, 2009

one minute

Fuck you, fuck you very, very much
'Cause we hate what you do
And we hate your whole crew
So please don't stay in touch

konuda hafif sapma olduğu doğru.

Dec 19, 2009

cok usuyorum atam

takvimden gelen soguk hava dalgasiyla, battaniye alti + sicak cikolata + film (ya da muadilleri) is the new stockholm syndrome.

or

"the kuzey"de nasil is yapiliyomus biri bana aciklasin.

Dec 17, 2009

artık az kalmadı.


seviyoruz onu biz, oynuyoruz.

Dec 16, 2009

ayşarman

bu yazı okumadığım ve takip etmediğim bi kadın hakkında yargılardan oluşur aslında belki de atıyorum. ama ne zaman okusam tezime bir çentik daha atıyorum. zaten takip etmeme sebep olacak kadar gıcık olduğumdan etmeme sebebim de "umrumda değil." açıklamasına sahip değil, olmuyor sadece.

zaten ne demiş demenle bitirmen arasında 5 dk. var. ama bir pazar eki sırf onun röportajlarıyla olsun okurum. bence sırf bu işi yapmalı.

kendisinin sendromunun ne olduğunu uzun süredir düşünüyorum. blog yokken blog gibi yazan bir kadın olduğundan, tabi şapkam olsa da çıkarmam ama, bir enerji var sahip olduğu, ona sözüm yok. bi dedim, babası öldükten sonra özgürlüğün ipini koparan türk kızı modeli. ama babası ne zaman öldü, kendi ne zaman bu kadar aparık oldu bilmiyorum, bu tezi savunamam. ama şarkıcı gülşen öyle misal onu biliyorum. neyse ondan bahsedilmesini istemiyorum.

bi gün farkettim ki ayşe arman kendini türkiye'nin carrie bradshaw'u ilan etmiş. o günden beri katlanarak böyle düşünüyorum. carrie kadar geniş yazıyor, öyle takılıyor. bu tezi de daha rahat savunabilmek için eski yazılarına baktım, bir naiflik, bir çekingenlik, bir "canlarım 3 gün yazmadım mektuplar atmışsınızcılık".

carrie sürekli kendinden bahsederdi, sex üzerine yazardı -haliyle-, takip etmediğim üniversite döneminde bir de baktım ki ayşe arman ona dönüşmüş. benimle beraber çağ atlamış. ama yapmacık. neden? diye sorarsa derim ki çünkü sen amerika'da değilsin, türkiye'de gibi olmak zorunda da değilsin ama sen başta böyle değildin. bu bi göründüğün gibi ol senaryosu.

herkes bana hayran olsun, kocama hayran olsun, kızıma hayran olsun. o kadar ilk günlerdeki gibiyiz ve siz değilsiniz ki ben ona hala sevgilim diyorum. farkettin ki biliyorum da keratayı. zaten carrie de yapmacık tabi, çaktığın çakmak kötüyse bi de çakılmışını düşünmek de ne demek.

sürekli kendinden, ailesinden, çocuğundan bahsetme güdüleri var ya hani bu hisleri de anlamıyo ya da yakınsaklarına eğilmiyo olmadığımızdan değil. ama buraya bişey yazarken de herkes bana hayran olsun güdüsüyle yola çıkmıyoruz. en naifinden ayşarman'a bir laf sokarım millet sever beni diyosun. ama fazlasından bir mahremiyet ihlali yok, bizde yalan da yok yeğenim. ay biri daha takip etmiş, ay bakayım kaç kişi okumuş, ah canım yorum yapmış diye düşünüyor ya insanoğlu. "kimse okumasın ben okurum" lafı ne derece gerçeğe tekabül eder? dün gece rüyamda gördüm takip edenler azalmıştı misal.

bu yazıyı kasım ayında yazmaya başladım. sonu ne zaman gelir ve ben ne zaman tam hislerimi ifade ederim bilmiyorum. hande'ye ayşarman'la ilgili yazdım ama yetmiyor dediğimin akabine, "o da kitap çıkarmış." dedi. "neymiş o?" dedim. kocasına, kızına yazdıklarındanmış. dedi ki "sevgilisi olup teşhir eden kız bildiğin". bu açıklama yetti. ilk bi sevgilin olduğunda -varlığından utanmıyosan tabi- facebook'un neresinden çaktırsam da aşkımı hangi ağaca kazısam da dağlar, taşlar, tavşanlar duysun dersin ya. işte öyle birşeysin sen şoarman.

Dec 13, 2009

metrobüs sana gıcık oluyorum ve laflar hazırladım

doğrusunu söylüyorum ki hem önyargılı, hem de adilmişim gibi yapıp içten içe aslında hiç de adil değilim. bu belediye beni evimden alsa işime bıraksa ve bu sadece 3 sn. sürse ben ona da kulp takarım. zaten herkesi evinden almak nası bi sistemdir, tartışmayız bile. ölümcül kazalarından hazedememenin verdiği "keşke"lik ayrı bir yana, metrobüs bozuldukça ve yolda kaldıkça bende bir sevinç oluyor içten içe. içinde bile olsam. aklıma da enip geliyor.

zaten doluyum "kankaaa..."
enip yazdığından beri sana laflar hazırlıyorum metrobüs. çünkü bu metrobüs sistemini bu haliyle kabul edenleri benim aklım almıyor. geçtiğim cümledeki "bu halini" kısmını da sırf eski bogota valisi enrique penalosa hatrına yazdım. urbanaj vesilesiyle istanbul'a gelen penalosa, metrobüs sistemini sever gibi hissederken beni kaybeder gibi oldu.

aslındası için belki önce de bunu okumalısınız, web aleminin en uzun görseliyle başbaşa olarak.

penalosa'nın bahsettiklerinden tekrar bahsetmenin alemi yok, ama "şerefsizim benim aklıma gelmiştir." bir durum var.
herşey mükemmel olsa da zaten istanbul insanındaki danalıkla böyle bir sistem işlemez. kibarsan ve salon kişiliğini korumaya çalışıyor, "benim yerim burası değil, ben geçerken uğradımdı." gibi takılmak istiyorsan metrobüste kendine yer bulabilmen mümkün değil.

kendini metro zanneden metrobüs ve metrobüsü metro zanneden halk her yeni metrobüsün aynı yerde durup kapısını aynı noktada açacağını sanıyor. metrobüsün kime ve neye göre kocaman durağında kenara doğru biriken insan öbeklerinde yavaş yavaş kenarlara doğru ilerliyorsun. sonunda herkesin nihai amacı, kendince kapısının orada açıldığını umduğu bir kıyı şeridi noktası bulduktan sonra metrobüsü beklemek. zaten 5 dakika sonra gelir. [bu bilgi hakkını vermek değildir.]

o kapı önünde kapı açılacağını bekleyen kimsenin önünde açılmaz. çünkü şöförlerde nerede durması gerektiğine dair bir kodlama yok. ama halk "bırakınız inansınlar" deney kümesi.

kimse durumu yadırgamıyor zaten ve halk arasında kapıya doğru salınımlar gözlenleniyor. bi keresinde şoföre "dalga geçin milletle, ne komik di mi?" diye bağırdı. o ilginçti.

toplama kampına giden tren gibi "gel,dur,doldur,kalk" tipi metrobüsler ilk duraklarda sık olduğu için insanlar bi hışım biner, sonra önceki geceden hayalini kurduğu noktaya ya oturur ya da "oturmaz ve iner" bi sistem olur ilk duraklarda. bu seçme hakkındaki genişlik boş boş metrobüsler gönderir duraklardan. en çılgın saatlerde nasıl oluyor bilmem ama ayakta gidenin olduğu pek yok gözlemlediğim kadarıyla.

zincirlikuyu ise çok ilginç, amele pazarından amele topluyo gibisin. metrobüsün yoluna atlayanlar var. en iyisi git gez dolaş 12'de git gideceğin yere, olmadı sabah 5'te.

"kendine saygı vs. metrobüse binmek" gibi bir durum var orada.
ilk duraktaki seçme hakkı, ikinci de belki üçüncü de seçilme hakkına bırakıyor yerini. balık konservesinde yeni bir balığa ne kadar yer bulabilirsin sen düşün. "dolu otobüse binmeyin." gibi bir kampanya yapacağdım bi ara, insanların dolu olan toplu taşıma aracına binmek istemesini ben anlayamıyorum.

çok anti-halkçı bir giriş oldu biliyorum. bunu biliyorsam aslında anlıyorumdur. ama böyle bir grev peşindeyim aslında. ama faşistmişim ben ki meğersem.


ayrıca şunu gördüm kü metrobüs emek istiyor.
metrobüs benim için elitizmimin ve faşistlilğimin tavan yaptığı bir nokta. naif ve düzensiz metrobüs kullanıcısı olarak asla beceremiyorum zaten metrobüs kullanmayı. bu halimle eğer durduğum kel alaka uzak bir noktada bir metrobüs varsa ve ben biniyorsam -oturuyorum demektir bu- o metrobüs bozuluyor. metrobüsün benden beklediği dakikaları harcamıyorsam yukardaki şakacı parmağını gözüme sokuyor. soktu iki kere.

ama bu bozukluklar sırasında halkın gıkı çıkmıyor. "sanırım insanlar buna alışmış." diyor ve geçiyorsun ama ben metrobüsle aramdaki savaşta haneme +1 yazıldığı içün, bildiğin mutlu oluyorum.

kendime not: bi gün vaktim olsun da ben sana yeni alınan 1.2 trilyonluk metrobüslerin planını çizeyim. seninlen işim bitmedi metrobüs!

kalıcı olmayan mecralara yorum etmeyin.. http://pinarslan.blogspot.com/

Nov 28, 2009

bekledin de gelemedim

emek'in doğumgününü kutladığımda dediklerine istinaden geldiydi bu fikir. bildiğimi biliyordum gibi. yazdığımı yazamadım o zaman gibi...

zaman eksenli çok fazla hayal kırıklıklarımız var. sanırım özellikle bizim kuşağın başına gelenlerle. bu başımıza gelenler doğumumuzdan bir süre öncesini de kapsıyor ve bir şekilde teknolojinin atılım, ekonominin çöküş yaptığı yıllardayız bir 30-50-60 yıldır. belki renkli televizyon, belki cep telefonu, belki stanley kubrick, kuvvetle muhtemel adnan menderes [yukardaki 60 sana gelsin adnan] ve kesin ve net biçimde özal ve onu sahneye çıkaran demirel bizi bir kuple bozdu. ne olduğunu bilmiyorum ama bozum var.

çok fazla değişim yaşadık ama geriye gittiğimizden bir arpa boyu yol alamadık aslında. altın günlerinin mark gününe dönüşü gün gibi gözümün önünde. belki de kaybettiğimiz nokta oydu. şimdiki aklım o zaman olsaydı herşey çok farklı olabilirdi. 3g'ye geçişimiz hala kulaklarımda. turgut nereden koşuyor?'dan adamın mezarını ziyarete gidişimiz de hatrımda. ilkokulda şapka vardı misal, ekleri başka eklerdik.

keza bu yazının ana içeriği politik ya da yönetimsel ve hatta eğitimsel suçlular listesi değil. bahsetmek istediğim nokta zamana dair beklediklerim ve gelmeyenlerim ve bunda ağır değişimlerin ya da değişemeyişlerin bilemediğim etkisi.

en masumane ve elimde olmayan bir hayalle zannettim ki 2000'de uçan arabalarla taşınıcaz oralara buralara. 2000'ler çok uzaktı, benim olduğum 30'lar ise "ne demek?"ti. zaten stanley kubrick'in ve benim eşmantar olma durumlarımızdan sonra aynı hataya düşen de pek olmadı. sonrasında in a galaxy far far away dedi kurtuldu, zaman bildirmedi.

30'lara yaklaştığında ya da hatta geldiğinde de şu an herkes olduğundan daha farklı bir yerde olacağını sanıyordu. anne, babanın 20'sinde yaptığının bir fazlasını daha yapman zaten kaderine default olarak yazılıyor zannediyordum. onların bildiği bir dilse sen iki dil bilirsin. onlar en fazla 10 km gittiyse sen 2o km gidersin, gibi aslında şartlarını da sağladığın tezlerden yola çıkarsan babanın 30 yaşında bir evi, bir arabası olursa senin iki evin, iki araban olur durumu da oyuna başladığında sana verilenler gibi bir şey olmalıydı. olmadı.

bununla da birlikte 25 yaş çocuk sahibi olmak için geçti. 22'sinde üniversite biter, üniversitede bulduğun hayatının aşkıyla üniversiteden bir sene sonra evlenirdin.

bizim zamanımızda 3g gibi büyük ve önemli ve başka derdimiz olmayan teknolojilere geçildi ama bizden önceki nesilin genelinde büyük bir sıçrama var. ya da belki sıçrayan onlara yol açan bir önceki nesil. bazı ailelerde bir iki kuşak fark edebiliyor o ayrı. bu sıçramalar da ülke geneline her anlamda katkı sağladı mı o daha da ayrı. ama deden çiftçi, baban doktorsa bu sıçrayışın yanında senin kaymakam olman artık çok büyük bir nane değil, umarım bozulmazsın. tıpkı, deden entel, baban dantel, konu komşu sanatkar iken senin ayşe kulin olman gibi ama o başka bir konu. belki de işte yeni kurulan cumhuriyetle insanların ben çiftçiyim oğluma el vereyim okusun atatürk olsun hissiyatı bizden öncekilere yolu açandı. bize yolu açanlar da gel buyur işte hazır yemek ye diyen kendi okurken ya da okuduktan sonra ilk çalıştığı zamanlarda görmediği konforu gösteren baba.

böyle düşününce annem babam kent yerine köyde olsaydı da ben şu an emekli maaşı yerine organik besin yeseydim bu olduğumdan daha farklı bir yerde olurdum gibi de gelmiyor değil. peki annem babam köyde olsaydı benim şu an olmak istediğim yerle o zaman olmak istediğim yer arasında, yani kendimden beklentim farklı olur muydu onu da bilmiyorum. ama şu an başımı soktuğum eve, balını yediğim maaşlara [zengin durdu ama alakası olmaz] güvenmesem babamın "mimar olma aç kalırsın." demesine rağmen ortaokul hayalini orada bırakmamam da bir nevi bu rahatlığın sonucu.

doğudaki başarılı çocuk hikayeleri de o yüzden doğudan çıkarken, bizimki ablasını geçemedi seviyesinde kalıyor anasını satayım. çiftçinin doktor olmaya yeltenen oğlunun aşması gereken problemler sonunda onun, doktorun işletmeci oğlundan daha sağlam başarılara imza atmış olmasına sebep.

babamın babasından farklı bir mekanda farklı bir meslek seçmesinin onun daha başarılı olmasına sebep olmasının da yanında içinde bulunduğumuz memlekete bakınca bir de şu var:

babam babasından bir adım yerine 5000 km adım atmaya yeltenmeseydi de inşaat mühendisi olmak yerine ziraat mühendisi olsaydı da ben evde gördüğüm ozalitler yerine patates görseydim de gıda mühendisi olsaydım, mimar olmak istemek yerine. belki de ülkenin kaybettiği nokta bu oldu. tabi benim babamın mesleğinin lacivertini seçmem ideal bir durummuş gibi dursa da şu an ikimizin haline bakılırsa bizim hikaye burada eleştirdiğimiz durumun bir örneği. babamın şehir hayatına istinaden bir işte çalışması ve benim şehir hayatına istinaden hayatımda gördüğüm ve bende olmasını istediğim durum. hepimizde bir görgüsüzlük mevcut bence.

çok karıştırdım, toparlamam gerekirse aslında mevz-u bahis sadece bu:
26 yaşında annem babam kocaman insanlarken benim hala 18 yaş hissiyatım, 2000de uçacağını sandım ama uçmayan binek arabalar gibi. ablamın 22 olması da bence uygun. daha evde falan da kalmadık.

kalıcı olmayan mecralara yorum etmeyin.. http://pinarslan.blogspot.com/

Nov 21, 2009

bir urbanaj geçti_gayri resmi milli satırlar

giriş: urban age ödülü'nün verilmesinin akabisinde yapılan konferanslar esma sultan'da idi.

gelişme 1 : kocamanın bir alan ve sağ sol cam iken konuşmalar pek duyulmuyordu, simultane tercüme de vardı olmasına da bi yandan da yediremiyosun bilio musun?

almıyosun o zamazingodan, ikinci güne kulaklıkla ve sir riçi ile başladım, sor anlatayım. zaten çeviren de mimar mı şehirci mi ne bilcek ki diosun içten içe. tek kulağımla check ettim do you know? bence zaten kimse yediremiyodu o yüzden ingilizce biliorum diye geçinenler konferanslardan daha az anlayan kesim. ya da önde oturmanın tek amacı ekranda görünmek değilmiş.

gavurlar da sadece türkleri ve çoğunlukla "8 km metro yaptık, 1er km kıçına ve başına ekledik. boncuk olsun diye onu da inmeli binmeli yaptık" laflarını anlamıştır. türkçe konuşanları ben de çok kotarmış değilim. arada bi "bakayım çeviri nasılmış? hmm iyiymiş.." sürelerinde yeryüzündeki cenneti de hissetmedim değil. dedim eve gidince internetten bulur okurum ama bu kadar adamı bi arada bulamam, karizmayı dinç tutmak gerek.

bunları derken ne derece ciddiyim bazem ben de bilmiyorum tabi. hala karizma derdindeyim gördüng.

gelişme 2 : sunumların çoğu çok faraziydi. zaten öyle olmalıydı zannımca. fikirler, tezler, hipotezler, kavramlar, ideolojiler, terimler vs vs.

ilhan tekeli bu noktada çaktı soruyu "whether bu teoriler yeterli ya da başarılı oldu mu?" hal böyleyken herkes hayatından pek mutlu duruyordu. çünkü iyiydi de hani. ama sonunda (lafın gelişi sonu) bi adam çıktı ki enrique penalosa, politik edasıyla ve bilgisiyle ve ispanyol aksanlı bas sesiyle yaptıklarından ve ettiklerinden ve istanbul için yapılabileceklerden bahsetti ve herkesi mest etti ki o noktada rahatladım.

ben daha bişey demiyorum.

çok boş bi insanım, bütün bunlardan esma sultan'da evlenilir sonuçuna vardım.

not: penalosa'dan ilerde bahsedeceğim gibi istiyorum.

Nov 20, 2009

heyt bre

bu halkta kolektif yaşam bilinci yok!

sonunda beni de entel ettiniz!

Nov 11, 2009

aşkın 400 günü

blair witch project izleyip "yek yeaaaaa" diyip çıktığımın akşamını takip eden bir ay boyunca, ışığı kapayıp yatağa fırlayarak yatmam, "abla bişey dicem yahu" bahaneleriyle bişey diyip "neyse ışığı kapasana" diyip uyumalarım sonunda anladım ki filme hakkını vermek gerekir, psikolojimi gerdi.

aşkın olur summer'ın olur 500 günü'nü izlerken de aynı hayal kırıklığına kare kare uğrarken, bitince de çok matah bulmamıştım esasen. ki bence bu hayal kırıklığının sebebi siz diğer izleyicilersiniz. ama ben de bi kaç zamandır hala tom için üzülüyosam bi bildiğim vardır dedim. zaten şarkıyı taktı dilime. o kadar da sevmiyodum ki.

birazdan diyeceğim şeyler hatta dediğim şeyler bile bence filmi izlemediyseniz spoil eder.


filmi izlerken, çocuğun aşık tavrı, kızın "takılıyoruz" tavrı beni delirtmedi, hayranım öyle kızlara varsa. ama ben görmedim. gördüysem de onlar dürüst olmadıklarından inanmadım. evet benim böyle bi sorunum var. like
user said "ben onlara üzülüyorum, mutsuz insanlar onlar".. konumuz onlar değil, ben de değilim.

filmi izlerken neden filmlerde bağlanmak istemeyen kadınları işliyorlar diye merak ettim. bence aslında bunlar erkek hareketleri. belki de yönetmenler de onlara hayran, ya da onlar da böyle kadınların olabileceğinden umutlu diye düşündüm.


çünkü bence filmin başında işlenen tom tam bir kadın, summer ise erkek. tom canı aşık olmak isteyip de karşısına çıkan ilk kahküllüye aşık olan, summer ise durumu değerlendiren, kendine çok aşık olununca "aman yahu" diye yengeçleyen bir erkek. olayın tersliğine takılmaktan da olayın içine girememiş olabilirim.


sonunda summer "ben erkek arkadaş istemiyorum.", "kimsenin sevgilisi olmak istemiyorum"larla mekandan uzaklaşırken, ben "öyle kız yok, hadi ordan" çığlıkları atıyordum içimden. ta ki summer ne zaman, terkettiği çocuğu partisine çağırıp, partide birilerine parmağındaki yüzüğü göstermeye başladı, film o anda beni kazandı. gerçek olana bağladı sonunda.


summer da aslında o olduğunu söylediği, olmadığı kızlardan değil. birinin sevgilisi değil, karısı olmaya bile hazır. erkeklerden farklı olarak, eğer bi kadın seni sevgilisi olarak istemiyosa, o kadın seni istemiyordur. ne derlerser desin "he may be bence hala ama she's not just that into you."



filmin sonunda bence sonu orası -yeni gelen kız çirkindi ben o yüzden hala tom için üzülüyorum- summer'ın dediği önemli; "i woke up one morning and I just knew... that i was never sure of with you." kavgada söylenmez o ayrı.


kilit nokta burası azizim. emin olmak. duruşundan, yürüyüşünden, konuşmasından.. en önemlisi geleceğinden. o bardaki adam, tom summer'ın yanındayken o kadar kolay yaklaşamasaydı bence biraz daha emin olabilirdi bence o ayrı. summer, tom'un mimar olma ihtimalini sevdi. sürekli bunu hatırlamak istemesi ondan.

Nov 10, 2009

ni ahmet, ni mehmet

smiths de sevmem -"the"sını da koymam-, morrissey'i iki katı sevmem. son zamanlar tek bi şarkıya takık olarak ortalama bi smiths dinleyicisinden fazla smiths dinledim.

- bu bilgiyi bizimle paylaştığın için teşekkür ederiz pınar.
- rica ederim.

şimdi hep beraber:
kroyum ama para bende?

Oct 31, 2009

sen öykünsenmedin ama ben ettim

24 saat mimarlık tayland'da bi çocuk eğitim merkezi yapmış. binayı gördüğüm her mecra "tamamlandı." olarak haber verdiğinden ben de öyle dersem dört gözle bu binayı beklermişim gibi olabilir. cool durur muyum? olabilir. takdir-e şayan iş. ama hakkaten iş.
binayla ilgili demek istediğim orası değil zaten. darth vader'a benziyosun. çocuklar korkmasın?

Oct 9, 2009

ben mi faşistim siz mi malsınız?

lisedeyken "cat giyen solcular" damgası yiyen solculardık. etiketimiz buydu. atatürk'ü çok seven solcuydu o zamanlar. sonrasında üniversiteye girerken "aman" derlerdi ki uzak duralım olaydan bitenden. üniversitesiteye gelince benim ortamda pek fazla ülkücü, sağcı olmadığından belki de zaten etime sütüme karışan olmadı, depreşmedim. olup biten tek şey sol meselelerdi. ki artık galiba o da yok. farkettiğim tek şey bu insanların senelerce okulu bitiremeyenlerden olmasıydı. sol dediğin şey de beni itti o noktada. yani atalar belki doğru dedi. sonra zannımca üniversitede ülkücülerin pek olmaması da lisede ülkücülerin pek başarılılardan olmamasıydı. bi de konuşurken gözüne bile bakmayan, seni mahrem bilen arkadaşlar da vardı. made in FEM.

bunları derken 3 5 tane olduğundan da bahsetmek isterim ki büyük çoğunluk bu bağlamda hiçbirşeydi. politik görüşüyle ortada gezenden pek hazetmem ama akp çıkana kadar insanın giyiminden kuşamından anlardın o ayrı mesele. şimdi ise akp'ye oy vermek bir demokratiklik, bir ekonomik istikrar meselesi. kim daha demokrat kim değil çözemiyorum. sanki boyun kadar hisse senedin var da ekonomik istikrar derdindesin. neyse konum sen değilsin. benim cinsel olarak istediğim cinsiyet budur diye gezeni sevmediğim kadar, benim politik görüşüm budur o yüzden bıyığım da böyle insanları da pek sevmiyorum yaklaşık bir 40 yıldır. ondan önce severdim gençtim. "biz özal çocuğuyuz maalesef" tarzı açıklamalardan da hoşlanmama sebebim benim olmadığımı iddia etmemden midir bilmiyorum. altın günlerinin mark günlerine dönüştüğü günleri gördün diye sevmediğin bir adamın çocuğu olmak zorunda değilim diye düşündüm.

insanların politik görüşlerinin ayyuka çıkması zorundalığına inanmıyorum. ama oy verirken bile bir politik görüş ortaya koymayanların -ortaya derken kendi içinde bir ortalıktan bahsediyorum- normal olmadığını düşünüyorum. "ilerde anne olacaksın, günlerde bunlar konuşulcak, aile dostunuz aile gelecek en az iki çift politika konuşurken sen ney diyeceksin? baba desen zaten her akşam her haberi izlemek zorunda, kelebek'ini okuduğun gazetenin ana ekinin yazılarını okumak zorunda kalacaksın. sen bu yaşta bu halde napıyorsun?" demek isterdim, şimdi burası nasılsa benim şimdi yazıyorum. politik görüşü olmayanlar ve bunu istemeyenler de zaten olana ayrı uyuz olur. keza tercih meselelerinde farklıyı tercih edenlerin birbirinden hoşlanmaması gibi bi durum. kimse "bi politik görüşüm olsun istiyorum ama olmuyor" dememiştir heralde.

velhasıl kelam. hoşlandığı çocuk anarşist diye anarşist olan kızlardan hazmetmemekle beraber aslında hoşlandığı çocuğun anarşizminden de hazetmiyo değilim. görüşü olan insana sempatiyle yaklaşıyorum der ve amerikanvari bot giydim diye bana "ne biçim solcusun?" diyen o insanlara kıl olmuş iken bu her işçi bayramını piç eden ve hiç bi protestoyu layıkıyla gerçekleştirmeyen bu zibidi gençlik beni kendime yabancılaştırıyor. keza diyesim geldi ki gidin sizden görüş istemiyorum. sonra bi de saydım "oooh ayağında nike, sırtında eastpak, altında levi's..." bu nasıl bir zarar verme hırsıdır ki nereye verilmesi gerektiğini bilmez? "her yere yazdığın o
A'yı ilk yazanlar senin gibi zibidi miydi?" insan canına da mı karşısın bu başka bi sorum, "mülkiyete mi karşısın?" bu sonraki sorum, "imf'ye madem karşısın niye amerikan bayrağı gibi geziyosun?!" bu da ben yazana kadar klişeleşmiş sorum.

sizin yüzünüzden imf sempatizanı oldum. rahat bırakın işçiyi, anti emperyalisti. dünya bankası'nın para kasaları olmadığını bilen tek 30 yaş altı insan da benim zaten.

Oct 5, 2009

binali

bi' tane köprü yapmadan inmicen ordan di mi?

Oct 2, 2009

ha mimar, ha tekniker

arkitera'da gördüğüm şu ilan kaç gündür aklımdan çıkmıyor. kaç? 3.

- En az 3 yıllık iş deneyimi olan,
- 2 boyutlu ve 3 boyutlu çizim programlarını profesyonel kullanabilen,
(AutoCAD, Photoshop, 3D Studio Max ve Wray)
- Tasarım konusunda kendine güvenen,
- Gelişime açık,
Mimar veya tekniker aranıyor.

mimarların ofislere tasarım konusunda kendine güvenli olarak alınması ve tekniker olarak çalıştırılmasını cümle içinde bu kadar rahat kullandığı için AE Mimarlık'ı hayatta ayrı bir yere koyuyorum.

Sep 16, 2009

gaybanalar

üniversite hayatıyla başladı bu topluluk içinde/topluluk için çalışma durumu. o zamana kadar karnenin için sağ köşesinde duran 5 pekiyilerimizden birinin sahibiydi. üniversiteye girdiğimden beridir ki anladım ki sol tarafa almak lazımmış onu. hatta beceremeyeni üniversitelerin komün çalışma ortamı gerektiren bölümlerine almasınlar, gerekirse mezun olmasın. bu konuda da faşistim artık. ben ki alemin tembeli beni bile bezdirdiniz allahsızlar.

tembel demişken gaybanalık ile tembellik arasındaki farkı bilmek gerekir. mevzumuza bahis gaybanalar, bir toplu projede görevi diğerlerine yıkanlarla hayatıma girdi. şimdi zorlayınca kime bu yüzden gıcık olduğumu hatırlamamla birlikte sinirim geçmiş o derece uzun zaman oldu. her tembel olan gaybana olmaz. gaybanalar bunlar yüzsüz olur. ama ben bundan burada bahsetmicem dedikçe deşer oldum biri beni durdursun.

"çok çalışkanım, çok başarılıyım" diye kendine titr edinmiş ya da öyle zannettirmiş gaybanaların hiç bi işe yaramadığını görüp bilerken kendime tembel diyerek haksızlık ediyor olduğumu zaten geçtiğimiz çalışma hayatı yıllarımda gördüm. o orda bitti. şu yeni çalışma hayatımda diğer tarafın ne garip bi yer olduğunu, içindekilerin de ilginç olduğunu düşünürken onlara da haksızlık ediyor olduğumu bildim çünkü herkes içinde bir grup insanmış aslında garip olan. evet gaybanalar. platon'un dünyasında değiliz, olur böyleler.

biz tembellerin derdi kendiyle olur. misal yapmaz yapmaz son güne kalır sabahlar. ya da tek başınadır, yapmaz seneye yaparım der. ama tembeller de olsa gaybana değillerse yarı yolda bırakmazlar.

son zamanlarda sıkça yaşadığımız üzre, kendisi atlayan ya da kendisinden yeterinden fazla zaman önce "olur"unu aldığım/aldığı insanların son dakika gollerinin ardı arkası kesilmiyor. benim anlamadığım şudur ki; evet liseyi dedem de bitirir ama üniversiteyi de nasıl bitirip sonraki aşamalara gelinebildiği. sosyal zeka mı yoksa bildiğin zekanın eksikliği midir ki içinde bulunulan ya da içinde bırakılan durumun ehemmiyeti kavranılmıyor olsun. ve insanlar başlarını kuma gömerek mi o gece rahat uyuyorlar, yoksa zaten yarattıkları bu durumlarda uykusuz kalsalar hiç büyümezler miydi?

seni işe aldıkları için önceki işinle konuşup ayrılmanın akabinde "başkasıyla çalışmaya karar verenler" var bu dünyada. ya da "hocam" diye hitap ettiklerin arasında son güne gelip de hala yapmadığı iş için "ben almiyim o zaman" diyip "çayını tazeleyim mi?" diye sorulduğunu zannedenler var. hatta seni ilkokul öğretmeni (kendi ilkokul öğretmeni vadaymin) zannedip "o vardı bu vardı" diyenler var. evde gazetenin verdiği karton maketten bi süre sonra bi geridönüş alamasan annene "benim çiftliğim noldu?" diye sorman mı diye sorasımın geldiği şu noktada, yaptığı bi işin peşinde olmayanların bulundukları -bi yerde bulunmuş olmasını bişey olduğunu varsayalım- yerde nasıl bulunduklarını sorgularken, aynı seviyede -diyelim öyle olsun- bulunan bir diğerinin 3 gün sonra "bizim şey noldu?" diye sorması da idrakı iyice zorlaştırıyor. bi de bunun yanında kendi kendine, sana cevap vermeden yapması gereken işi sonraya erteleyenler olmaz mı, burda onlardan bahsettiğimize göre olur. bunlar zaten genelde "arkadaş" diye bir üçüncü kişiye anlatırken bahsettiklerinden çıkıyor. ki ben aslında bu dersi aldıydım da. aylık yayınlanan bir yayında
"yazarımız kendini ne sandığını bilemediğimizi sandığımız bir sebepten yazısını yazamamıştır" denildiğinin görüldüğü bir yerler var bu dünyada heralde o dersi almamışım ben. adam değilse bir insan adammış gibi davranması daha da garipleştiriyo evrenin nefes alınan yerlerini.

*bu filmlerin hepsini gören ben değilim, alınan olursa gerçek bile varsa
"onu ahmet'e sorun yahu" diycem.

Sep 3, 2009

kibrit

bundan 15 gibi gün önce, bulaşık yıkarken -evet o benim- camdaki tele dadanan bir kedi gördüm sanki. sanki yangından kaçıyomuş da teli yırtmazsam ölcekmiş gibi miyavlıyodu. küçük sesiyle. bir tele tırmanır bir cama doğru geçip beni de korkuttu mevz-u bahis yavru kedi. en miniklerin bir boy büyüğü. kedi sevmeyen insan olarak sinir olma ve korkma suretleriyle gerilerek camı kapadım o derece. bir yandan yemek vermek de bir "ben kedi sevmem" insanı olsam da aklımdan geçmedi değil ama kedi evin o camından girip karşıki camından çıkmak istercesine garip bi motivasyona sahipti, camı açamazdım. daha önce tecrübe etmediydim böyle bir ekşını. sonra arkadaş gelince ona dedim ki yemek mi versek. arsız ve pis ve yüzsüz hayvanlar da olsalar çok aç olmalıydı. sonra verdik, ekmek-süt. ki telli olan camla telsiz olan cam arasında demirlerin arasından patır patır koşuşundan anlamalıydım bu kedide bişey var. bişey. bir kaç gün camdan besledik. bir gün kendisine mama aldık o derece. o gün gelmemiş cenk bey dedi. içeri bi alsak mı lan muhabbetleri o gün "kahretsin biri aldı kesin" lanetine dönüşmeye başlamıştı ki cenk bey bi akşam arayıp geldi diye miiiiyy miiiyyy sesini dinletince oh be dedim. buralar anneme geliyor, umarım gidiyordur. bi de tekrar aynı mutfak telinden dadandığı bi gün kendisine su serptiydim o yüzden küstü zannettim. bazen insanlar ve diğer hayvanlar arasındaki fark anlatılırken ben ateşteyliydim diye düşünmüyo değilim. ertesi gün geldiğimde (burdaki -m de anneme gelsin) eve buyur ettik. temkinliydi. veterinere götürdük kediyi ve kendimizi sağlama alma ve sayıları 50yi bulan yüzlerce pireyi dökme sürecine girdik. ve işte benim doktora çocuğunu götüren anne gibi konuşmaya başladığımın nokta da bu oldu.

hiç kedi sevmemiş ve hiç de sevmemiş insan olarak amerika'yı yeniden keşfediyorum. "bu kedi rahat nefes alamıyor, hırlıyor amanın" gibi garip paranoyalarımın yanında "bu kedi alerji olmuş gibi ciddi tespitlerim de oluyor. istatistiklere bakıp "hahah google'a soru yazmışlar lan" demelerin akabinde google'a garip garip sorular soruyorum. örnek vermek istemiyorum. bu garip soruların %100ü kedi kelimesini içerirken, kedi kelimesini içeren aramaların tüm aramalar içindeki yüzdesi 90'larda salınıyor.

kediyle yaşayıp kavradıklarım arasında kedilerin osuruyomuş olduğunu bilmesem de olurmuş. ama bunu da çözdük abisi.

birlikte geçirdiğimiz ilk vakitlerde, koynuma yatıp, patisini burnuma koyduğu zamanlarda bir övünç vardı, "bu kedi beni annesi zannediyor haha" diye.. şimdi ise utanarak söylüyorum sanırım gariplik bende kibrit*'i 9 ay karnımda taşımışım zannediyorum.

* kibrit konusunda hala emin değilim ama oldu bi kere. hikayesi var en azından pınar gibi değil.

Aug 27, 2009

ordos 100

Ordos 100, süt zengini diye bildiğim bi adamın aldığı arsaarsaarsaarsayı 100 tane mimara verip "bana ev yapın" demesiyle başlayan ve gerçekten de inşa edilen bi proje.

okuldayken eğime, yandaki binalara, bu olmaz diyen hocalara küfretmemeyi öğrendik. biliyoruz ki boş ve dümdüz arsa verseler beyaz kağıt sendromuna giriyosun. birinin gık demesi işe yarayabiliyo. yağcılarda incek var gibi oldu ama hayır, mezun oldum.

dediler ki işveren var, para yok; mimarın işi zor. buna inandık.

Ordos 100, mimarın %100 özgür olduğunda ne gudiklikler ortaya çıkardığının açık hava müzesi olarak karşımızda, adı bu yüzden öyle belki.

bekliyoruz bizim mimarlar (han tümertekin mimarlar) ne yapacak.

bir la havle çeksem karşıki dağlar duyar

belli bi hayat/politik/vs. görüşü olan tanıdıklar genelde olmayanlardan daha salak.

"bütün genellemeler tehlikelir, hatta bu genelleme de..."den geliyor... alexandre dumas.

Aug 10, 2009

bana göre bu kürt açılımıdır

dün gece yarısından itibaren teker teker bütün kafası çalışan arkadaşları ve de tanıdıkları doğuya askere gönderiyo olmamız nasıl bir tesadüf bilmiyorum. en yakını tokat. nato'da skora mı oynuyoruz acaba ya da askerlik 12 aya çıkıcakmış talep fazlasını doğuya dağıtıyolar diye de düşündüm ama karar verdim bu kürt açılımı.

asker yapıcak orda arabuluculuğu ondan doldurdular oraya okumuş akıllı çocukları. taktiği de olmayan bi skandal.

Aug 9, 2009

tarihte bugün ve üç gün önce


haberlerde görmesem hatırlamıyodum o ayrı.

gelecekten özge'ye gelen edit:
6 ağustos 1945 ve 9 ağustos 1945 tarihlerinde amerika belden aşağı vurarak japonya'yı iki kere atom bombasıyla vurdu. vurmuş. hiroşima ve nagasaki. ben ağustos'ta rapsodi adlı filmi izlediğimde öğrenmiştim. gazete ansiklopedilerinden takip edip tarihin unutulmayanlarına katmış idim ki o zamanlar wikipedia yoktu şimdi var, bakalım. şimdi bakınca ne çok olmuş olduğunu anladım. o zamanlar kural değişmemişti, ağustos'da rapsodiydi. bu resimdeki enola gay. ilk atom bombasını atan uçak. format ve isim gereği benim 6 ağustos'ta bunları yazıyo olmam gerekirdi ama kaçırdım o da ayıp oldu.

Aug 2, 2009

i need a hero

burdan heroes oynayan, beşiktaş'taki yarime sesleniyorum.

2,5 ekim'de ne olmuştu?

açmak gerekirse

ilk önce demek istediğim şuydu:

mustafa kaya isimli gazetecimiz -bizim o- istiklal caddesi'ni kesen paralel sokakların da trafiğe kapatıldığına dair sanki istiklal caddesi trafiğe ilk defa kapatılıyomuş gibi bi haber yapmış. belediye reklamı işte geçiniz. zaten televizyonda gördüğüm haberde de ahmet mushak'a "indir indir, kaldır kaldır" bi haber yapıyorlardı. konudan sapmamayı düşünürsem haberdeki mevz-u bahis şanzelize'den bahsetmek istiyorum. "oooohoooo champs elysees" bi insan gibi durmak da istemiyorum esasen -vazgeçtim istiyorum- değinmeden edemicüüm. asıl sorun aslında bir gazetecinin ooo şanzelize'yi yaya yolu sanması da değil. gitmemiştir, gitmiştir de kaldırımdan yürümüş sadece vitrin bakmış öbür tarafa bakmamıştır olabilir. asıl merak ettiğim ahmet musak mı acaba gazetecilere "biz burada şanzelize'yi örnek aldık" gibi bi açıklama mı yaptı? asıl sorun yani "zaten" bi belediye başkanının "zaten" yaya yolu olan bi yolu yayalaştırırken araç yolunun yaya yolu kısmını örnek alması da değil. sorun arkitera'nın dondurulduğu şu günlerde haberlerin içinde en son kopi pest yaptığı haberin bu olması. ya da vazgeçtim d) hepsi.

şurdan
üye olan ya da yeni üye olmaya üşenmeyen varsa yorum yapsın hiç kızmam..

sonra demek istediğim de şuydu anlamadan etmeden dinlediğimiz şarkılarda bir numara sezen aksu (SAV) şu cümlede geçsin istiyorum öncelikle. evet bu ayrı bir paragrafı hakediyor.

bir diğeri olarak da suavi dinlemez miydik küçükken? "burası da asfalt değil halil'im aman bitez yalısı" derken, bitez'i neyseki hatırı sayılır bi kaç sene önce öğrenmişken, en son aspat'a gitmesem sittin sene de bilemezdim benim bildiğim kelimelerin ne kadar yanlış ne kadar kifayetsiz olduğunu. çok gezen bilmiş atam. zaten bazı türk şarkılarının ne dediğini anlamak bir kısım gavur şarkılarından daha zor. ingilizcem iyi demek istemedim aslında ama şık durdu böyle bırakıyorum.aspat plajı'nda meltem cumbul ve kıvanç tatlıtuğ ve yanlarında yaşları asla birbirini ve çiftten birini tutmayan bir grup insan vardı. görünce "ay sevsem bari amaaaan" desem de insan ünlü görünce bakıyormuş be atam onu keşfettim. gördüğümüz günün akabinde bir gün ya da belki bir saat, bir de baktım ki "head and shoulders" reklamı çıkmış kıvanç ile. orda diyor ki ben gündelik hayatımda koşarım zıplarım. hahayt dedim -sosyetik olmak böyle bişeymiş duyduğunu yemiyosun-. kendisini yerle paralel 180 derece görmediğim dk yok. camış gibi yattı aspat boyu halilim. bi kere kalktı yanımızdan geçti onda da meltem cumbul ona "hasta olan sensin" demiş. orda dedim acaba hasta mı. camış gibi yatan bi kıvanç tatlıtuğ'u yattığı yerden tanıyosun da beğenmiyorum sevmiyorum diye ayak mı yapıyosun derseniz ki o da öyle değil. ilk girerken "içerde kıvanç tatlıtuğ'la meltem cumbul var" dediler. "a ye çok pahalıymış ama değer" diycez mi sandılar bilmiyorum. ayrıca ortamdaki yaşı sen de 21, kendim de küçük gösterdiğimden ben diyim 26 olan çocukla kafa tokuşturdu kıvanç tatlıtuğ benim için başlamadan bitti.

şu noktaya kadar çok da bahsedilmesinin caiz olmadığı insanlardan bahsettim o yüzden dün gece
enip'in yönlendirmesiyle haberturk'de izledim cüppeli ahmet efendi'yi (sav) de burda görmek istiyorum. adını enip attı ben mi yiyorum bilmem. baya bomba bi amcamızmış. komşunun karısına sulanmak hatta daha da ileri gitmek en büyük günah.

bunların ahmet efendi hariç hepsi fani o da dahil hepsi magazin evet.
julian casablancas albüm yapıyomuş. insanın içini 3 5 saniyede hoplattıran bir preview'la karşımda. bir vokalistin grup dağılmadan solo albüm yapması ilginç esasen. hayırlısı.

bulaşık makinesi

evde yenilen her yemek sonrasında "bulaşık makinesi olmasaydı şimdi ne yapardım?" diye düşünüp de bulaşık makinesiz bi dünya kabusuna altlık oluşturan varsa diye söylüyorum; bulaşık makinesi icat edilmemiş olsaydı ben bulurdum. net!

Aug 1, 2009

ayşe arman olur başka kadın olur

ettiğim en nefret "insanların hakkımda ne düşündüğü umrumda değil" yalanı.

Jul 30, 2009

hayat

sen dururken biri etrafında dönerse hayat basar; o durur da sen dönersen miden bulanır, kusarsın. büyüğürsün, senin için bitmiştir, bi daha da dönmen. amin.

Jul 28, 2009

kendime not v.2

arkiv diyor ki boğaçhan dündaralp;

"1980'de İzmir'de ilköğretimle başlayan zorunlu resmi eğitimlerini 1997 yılında İzmir Dokuz Eylül üniversitesi Mimarlık Bölümü'nden mezun olarak tamamladı.."

zorunlu resmi eğitimimi yeni tamamlamışım haberim olsun.

Jul 27, 2009

kendime not

"şanzelize" yaya yoluymuş!

julian casablancas çok güzel müzik yapmış

kıvanç tatlıtuğ hastaymış, burası da asfalt değil aspatmış halilim.

Jul 18, 2009

basının gücü

hepsiburada.com hala alışveriş etmeye devam etsem de çok aptal bi sitedir:

süper gönderi diye dedikleri ürünleri diğer ürünlerle karıştırmiyim ki hızını kesmiyim dersin, diğeri gelir, süper gönderidekiler gelmez. o ürünler de 3 gündür paketlenme durumunda zaten. zayıflicam zayıflıyamıyorum onun yüzünden rockncoke'a şişko gitcem.

bu konuyla ilgili şikayetini yazdım. sitenin yönetmeliğinden bir paragrafı aldı copy paste etti. kişiye özel sancam ben de onu tabi.

önce bi siparişiniz kargoya verildi diye mail atar, sonra siparişiniz bankanın onayını bekler der. sonra der ki tıklayın onaylayın. ben banka mıyım acaba diye tıklarsın sipariş kargoya verildi sayfası, takip edin buyrun da var. ama takip zamazingosu boş. iş günüymüş.

zaten aras kargonun kro kargo takibini de istemezük ama aynı sokaktayız diye onu seçip duruyoring.

bi daha yazdım. evde kalmış şikayetçi teyze moduna soktunuz beni dememek için zor durdum.

asıl atam "ben bunca okulu bunu yemek için mi okudum laan?" diyemedim o çok içimde kaldı.


Jul 16, 2009

memleketimden çattık manzaraları

Biraz önce müzisyen değilim ama niye atlıyorum her gördüğüme anlamıyorum diye diye ayda bi girdiğim myspace'de strokes'un videoları var diye ana sayfada yazmış gavurun oğlu.

Madem geldim hayrını göreyim diye tıkladım.

"Üzgünüz, erişmeye çalıştığınız video, ülkenizde gösterilemiyor."


Annen "göster ama elletme" mi dedi allahsız? "Strokes yeni video çaktı buraya" derken beni ispanyol mu sandındı?

Ayrıyeten Binali yetmedi bi de sen mi başladın kro?!

Myspace seni kınıyorum, sana laflar hazırladım.

hayirlisi

biraz once eczaci para ustu olmasi gereken bozukluklar yerine asprin verdi iki tane. bu da boyle bi animdi, unutmicam.

Jul 15, 2009

3. köprü

TUM iSTANBULLULARI YASAMI SAVUNMAYA CAGIRIYORUZ

3. RANT KOPRUSUNE IZIN VERMEYECEGIZ

Tarih: 18 Temmuz 2009

Saat: 17.00

Yer: Sariyer

“3. kopru bir cinayettir. Boyle bir tesebbus Istanbul’un cagdas kentlesmesi
ve sehir ici ulasim sistemi icin olumcul sonuclar dogurur.” 27 Nisan 1995
IBB. Baskani Recep Tayyip ERDOGAN

...

... 3. kopru bir avuc rantcinin kasalarini doldurmak
icin zorla dayattiklari bir ihtiyac, Istanbul halkina, kente , cevreye,
dogaya karsi islenecek bir CINAYETTIR.

TUM ISTANBUL HALKINI BU CINAYET GERCEKLESMEDEN ONCE YASAMIMIZI SAVUNMAK
ICIN, BU CINAYETE ORTAK OLMAMAK ICIN

18 TEMMUZ CUMARTESI GUNU SAAT 17:00 DE SARIYER’E BEKLIYORUZ.

Jul 11, 2009

teste tabii tutulmaliyim vs. teste tabi tutulmaliyim

ben de soyle bir gerzeklik var ki karistiriyorum. laflari cumleleri. b vitamini eksikligi midir, boyum kisa diye midir, sacim gozume giriyo diye midir bilmiyorum. bazen zekiyim ondan gibi geliyo ama bazen bildigin de angutluktan.

bi kere uzumle yatan sasi kalkar deyip anlamdas atasozlerini sentez etmistim.

arada handan geldikten sora listeye ekleyecegim ve kendi tarihimi yazarken bahsetmek istediklerim var.

ben bunlari dedikten hemen sonra bi kal geliyo ve handan anliyo.

biraz once kafami gome kumdum ordan geldi bu hissiyat.

handansiz keyfi olmadi.

hasankeyf

havalar dinsin ilk is hasankeyf'e gitmek olsun. bu hukumetin beceriksizligi ve politik hafizam bana "korkma bana hicbirsey olmayacak" demekte. varsin desin.

bahsettigim sudur ki, vakti zamaninin enerji bakani cumhur ersumer de "nukleer santral"e takikti, asikti, planktondu, gozu baska birsey gormuyordu. ve soyle talihsiz bir aciklama yabmisti "beni bu noktadan sonra bi allah durdurur." sen misin oyle diyen, allah cok takdir ettigim bir hareketle doganin, greenpeace'in ve benim intikamimi fena aldi, kendisini beyaz bir enerjiyle durdurdu. kendisi su an cobalt 30 yiyor bir yerlerde. amin diyelim madem bi kere allahi karistirdik artik beis duymaya gerek yok.

simdiki zamanin sozde cevre bakani da, anlamadigim zaten neden kendini enerji bakani saniyor da tum enerjisini cevreyi mahvetmeye adiyor, neyse, veysel eroglu hasankeyf'e kredi verecek olan avrupai firmalar turkiye o 153 tane insani, cevresel ve ekonomik sarti yerine getiremedigi icin krediyi vermekten vazgecti. bakan zaten bu tamamlayamayisi onceden kestirdiginden kendimiz yabariz yahu diyordu, kredi gidince kendini onayladi evet yapariz diyor. bu beyefendinin hisim hasim akraba vs. varsa soylesin, belli bi noktadan sonra allah fena durduruyor. daha once durdurmadiklarinin intikamini da aliyo diyelim elestiriler gelmeden gitsin.

bu beyefendi bence barajin olmayacaginin farkinda ama kendine biz kaybettik cevre kazandi demeyi yediremediginden israrli bir bicimde devam ediyor, zaten onumuzdeki secimlerde o koltuktan kosarak kendisi kacmak isteyecek. yabamadi olmasin yabtirilmadi olsun diye. o baraji biri yabarsa da yabacak olan sen degilsin eloglu!

bu bakanligin muadili bir de ulastirma ve haberlestirme ya da adi her neyse bakanligin, onun bakani var. ona da ayri hayranim.

insanin kendinden daha az kapasiteli adamlar tarafindan yonetilmesi cok sinir bozucu atam. meclis olur ofis olur okul olur.. anladin sen beni.

Jul 6, 2009

enip


senin içün sabah sabah otoket açtım, sketch up açtım, cinema 4d açtım, fontu buldum, fontu indirdim. yazdım sildim, çizdim sildim. ama güzel olmadı.

kirsten dunst

bu kadın holywood'da yasaklansın.

fabrizio hariç hepsini annadım, sonunda onu da sindirdim de o sonuncu da noluyo nan artık? madonna'dan groupie olması genel geçer olarak abesse bu kadının da formatında bi hata var.

ayrıca bu site bende bi hastalık. çekirdek çitleme gibi bişey.

Jul 4, 2009

bazen insan bi garip oluyo

bugün telefonumu ve cüzdanımı evde bırakıp çıkıp işe gitmişim, yolda farkettim ki cüzdanım yok. param yok fikri beni zaten acıktırdı.

asıl mevzu o değil, bindim minibüse normalde son duraktan önce iniyorum ama bu sefer param yok diye sonuna kadar gittim. ziyan olmasın gibi bi his geldi sanırım.

anlamatamadım. yani anlattığım kadarı garip oldu.

Jul 2, 2009

kesiflerim

sunu farkettim kadin sofor kadin yayaya yol vermiyo, diyince erkege veriyo gibi durdu. yoldan bahsediyorum. kadin sofor erkege yol veriyo mu onu tespit edemedim.

yarimlen 9. ayimiz  yemege cikicaz. optum baay.

Jul 1, 2009

çok heyecanlıyım.

şu anki duygularım neden heyecan bilmiyorum. bi de hayretler içerisindeyim. sinir de olmuyorum. hatta güzel bi his. ama korkutucu da. tarkanın şarkısını çaldığı hintli gibi hissediyorum. bu konuda bi hissi varsa eğer.

televizyonlarını şimdi açan izleyicilerimize sözüm..

bonibonla intihar timi eskiden nergis, hande, ben diye başlayan ortak dostluk -bu postta mesaj vermicem o yüzden "aman ne dostlukmuş" demek istemiyorum- merkezli blogumuz idi. şimdi daha çok handan'ın aşık ettiği bir blog. biz merkezli bişey.
olay benim aramızdaki komikliği "olm hem komik kızlar nan"la "sizin ne konuştuğunuzu 3. bi kişi anlamıyo" dedirtme arasında bi hevesle kamusallaştırma özentiliğimden çıktı. tamamen gösteriş. bütün the other blogs gibi.
o yüzden olay -o zaman msn vardı biz gençken- üçümüze çözdürdüğüm kokoloji denen oyunu oraya kamusal etmemle başladı. o şurdan doğru oluyor.

handan bonibonla intihar eden bizden başka adam var mı diye düşünürken bi blogla karşılaşmış. blog yazarı gençlik de kokoloji denen oyunu çözmüşler. onlarınki de şurdan bakınca oluyor.
idi ama torsuk ya da forsuktepegoz bayanı blogu kapayınca ne olduğunu açıklamak gerekir oldu. bu bayan da bizim cevaplarımızı almış, bizim isimleri sena ceren bi de ecem -ki kendi oluyor, yani ben bu oluyorumi onur duydum o ayrı- diye değiştirerek, "çok sıkıldığımız bi anda yaptık" diye koymuş idi. bütün blog mu toplamaydı da sadece o postu diil de bütün blogu yok etti bilmem. fikri çalsa ruhumuz duyar mıydı bilmem. al 2 arkadaşını sor teker teker koy oraya be güzelim, imlasal hatalar da dahil kopi pest etmek de ne demek. senin bilinçaltın mı yok da bizim kızkurusu sanrılarımızı kopyalıyosun.

bu çok garip bi hismiş. babası hakimse beni tutuklarlarsa diye korkmuyo değilim.*

bu akşam ecem'im beni kimse tutamaz.

* vazgeçtim. ses veriyorum, aaaanan.

Jun 29, 2009

aman tanrıın!

muayyen

duvar önü kız fotoraflarına gıcık oluyorum. cem berdan seneler önce demişti beton duvar önünde soğuk fotoğraflara dair bir iki satır. o seneler geçti hala aynı. çiçekli manuela duvar kağıdı, betonarme perde, beyaz sıva ya da muadili bi yapı malzemesi bulan önüne geçip cool bakışlı poz veriyo. orda burda görüp de oha o ne kızmış dediklerinin gerçek hayattaki yansımalarının gözün içini acıtacak şekilde fena oluşu da bana günah yazcak evet bu cümle böylece bitsin.

herkeşler de michael jackson seviyomuş diye dalmicam, öyle çünkü, ama yani o da jay jay johanson da değildi ki artık göremicem diye üzülesin. ve o çocuğunun lisa marie prestley'den olduğunu sanıp. "nan o nası çocuk elvis'in torunu michael'in çocuğu" dedik ama galeyanmış. maden "yes we have sex" o zaman üreseydiniz.

bi de şunu düşünüyorum ki, allahtan entel ve kuntel ve ünlü bir ebeveynim yok ki adım atlas - o hadi neyse -, ares ya da istanbul değil. onu da geç battaniye nası bi isim? lisede o çocuk "o kucaktan düşeydim de şunu görmeyeydim" demezse ben de neyim. çocukluğu bilumum süt ve süt ürünleri seslenişleri olarak geçen ben sesleniyorum.

otobüste, metrobüste engelliler için ayrılan yerlere iki kişi oturmaya çalıştıklarını görünce yün ısırmış gibi oluyorum. tavuk denen marty mcfly'a dönüşebiliyorum. ama o kadar sosyal atak olmadığımdan burda böyle klavye başında kükrüyorum. bi kere oturmak istedi adamın teki, "burası iki kişilik diil ki" dedim beni şöföre şikayet etti, şöför ne dedi hatırlamıyorum oldu çok sene. uzatsa istedim, uzamadı. "sakatsanız yer veriim" laflarımı hazırlamıştım. bi de direklere yaslanan konformistler var. fransa'da otobüste direk tutan el illustrasyonu vardı. ben onun "yaslanmak için diil tutmak için" mesajı olduğunu düşünüyorum. çünkü türkler her yerde.

Jun 4, 2009

benim de canım vaaaaaar

ben de mimarım.

bunu çıkardım

"entelim" ayağı altında çirkinler, kıllılar, şişkolar, çelimsizler*açık saçık giyinilmesi gereken güneşli havayı sevmiyo. bi de bunların gerçekten entel olduğuna inanıp onlara özenen "girdiği kabın şeklini alan sıvılar" bu çeşit entellerimizdendir, lafın gelişidir, bizden değildir.

bi akdeniz ülkesinin parlak şehrinde doğmuşsan ve kendini ingiliz yahut iskandinav sanıyosan çok sıkıcısın ve beni kandıramazsın. güneşli bi güne uyandığında yalnızsan işinin yağlarının eridiğini de kendinden saklayamazsın.

bi tane istisna göreyim buraya yazıcam.

dürüst bir kalıbı olarak fizik görmek ve göstermekten hazetmeyen asosyaller var -ki vazgeçtim bunlar da onlardan- -ama en azından dürüstler-

Jun 2, 2009

mezun olamama bi sendrom

sanirim ilerde mimar olursam asla mezun olmamis olmamla, annelerin yuregine "einstein da matematikten kalmisti" tadinda bi su serpicem. keza sanirim ben mezun olamicam. zaten birakiyorum itu lisans da benim icin bitmistir bi daha gelmem.

uyku arasinda bi yandan dusunurken ulan o mezun oldu, ulan bu bile mezun oldu derken "ulan mustafa topaloglu bile mezun oldu" dedim.

peki atam ben bunu niye dedim?

bi konuda sabit duramadigimdan baslik bulmak zor oluyo.

hediye etmek istedigim #1

tayyip erdogan'in bahsedildigi uzre inanilmaz gozalti torbalari var. buna bi care bulunsun. yoksa ben bularim.

ayrica, benim de aklima gelen hemoroid kreminin gozalti torbalarina surulmesi fikri ebru akel'in ulkemize kattigi bir olgu degildir, en azindan bu ulkenin bu ferdinde degil. chuck palahniuk "gosteri peygamberi"nde bunu soyluyor. ama icimde celistigim bi gercek de var.

chuck palahniuk'un ebru akel'in gelin-damat, ana-ogul, sinem-ata ya da her ne adli ise o programi izleme ihtimali > ebru akel'in chuck palahniuk okuma ihtimali.
buyuktur isareti yerine sadece yaziyi buyuk yapsam annar miydin nan?

ben sana soyledim sen gider ebru akel'e soylersin bu tez cabuk curur curumez mi.


ayrica buldum gelin kaynana.

May 26, 2009

ergenekon peşimde

mustafa balbay'ın mektubunu post etmek istedim edemedim. bunu edebiliyo muyum?

edit: tehdit edince işe yarıyor.

balbay'dan cüneyt arcayürek'e mektup

"Sevgili Ağabey:
Mesajlarını, selamlarını sürekli alıyorum. Her seferinde ayrı mutlu oluyor, seviniyorum.
Geçen gün ne güzel söylemişsin: ‘Meslektaşım, arkadaşım, kardeşim Balbay!’
Biliyorsunuz ben de öyle düşünüyorum.
Sevgili ağabey;
Anlatacak, söyleyecek çok şey var. Ne demişler; gerçek, zamanın çocuğudur. Zaman içinde her şey yerli yerine oturacak.
Ama bir iki şeyi vurgulamadan geçemeyeceğim…
Birbirinden tamamen kopuk, değişik zamanlarda tuttuğum, büyük bölümü ham olan kimi notlarımın birleştirilip toplu bir metin haline getirilmesi, yer yer de küçük ama tüm anlamı değiştiren ekler yapılarak servis edilmesi, olacak şey değil.
Tabii Türkiye’de artık hiçbir şeye şaşırmamak gerekiyor.
Her şey bir yana; aynı zaman dilimi içinde Deniz Feneri davasıyla ilgili yayın yasağının getirilmesi, buna karşın bir gazetecinin sürdürülen operasyonla ilgili-ilgisiz tüm notlarının çarşaf çarşaf yayımlanması Türkiye’ye özgü bir çelişki.
Üstelik notlar öyle bir havada yayımlandı ki; hani bir benzetme vardır:
‘Ehliyetin yoksa, araç kullanamazsınız’.
Bu cümlede ‘ehliyetin yoksa’ bölümünü atarsan geriye ne kalır?
‘Araç kullanamazsınız’.
Vay, Balbay araç kullanamazsınız dedi, demek gibi bir şey benim karşı karşıya kaldığım durum!..
Notlar iddianameye de benzer havada girmiş…
Bunun yanında biraz açıklayıcı bilgi verince tamamen farklı yorumlanacak durumlar da var. Örneğin, Kara Kuvvetleri Komutanlığı döneminde Aytaç Yalman’ın 10 Kasım nedeniyle bir bildiri yayımlamak istemesi ve benim bildiriye ek yapmam…
Olayın aslı şu:
Yalman bütün gazetelere bildiri fakslamadı, sadece 6-7 gazeteye tek tek 10 Kasım bildirisini, bir demeç gibi verdi. Yazılmak üzere demeç verseydi nasıl cümle cümle not edecekse bir gazeteci, ben de öyle aldım. Tam anlamadığım cümleleri de sordum… Hepsi bu…
Arşive bakıldığında Kasım 2002’de birkaç gazetede (sadece Cumhuriyet’te değil) bu bildiri görülecektir.
Bu ve benzeri birçok durum var ama başınızı çok fazla ağrıtmak da istemiyorum.
Sevgili ağabey,
Burada tek kalmaktan daha önemli sorunum, yazı yazamamak. Eğer yazabilseydim, yukarıda aktardığım örneğe benzer pek çok şeye açıklık getirecektim.
Avukatımız Akın Atalay, kocaman yasa kitapları getirdi. Onlarda, tutuklu bir kişinin ‘yayın faaliyeti’ yapabileceği yazılı. Buradan olmadık yöntemler deneyerek yazı göndermek istemiyorum. Yasal hakkımı kullanmak istiyorum.
Şimdilik yasal iznin verilmesini beklemek gerekiyor.
Sevgili ağabey,
Beni en iyi tanıyanlardan biri sizsiniz... Gazeteciliği hakkını vererek yapmak ve kitaplar yazmaktan başka bir hedefim yok. Çok uzak tarihimizle ilgili araştırmalara yönelmeye başlamıştım. Bunun için tonlarla kitap almıştım. Sizin önerdikleriniz dahil… O nedenle 2000’li yıllara ayrıca eğilmekten yana değildim. Gelin görün ki, yaşam beni bugüne ayrıca eğilmeye bir bakıma mecbur etti: Mademki gazetede yer alan metinler yeter, ayrı notları artık kullanmam gerekmez diye düşünüp sildiğim ve meşhur olan notlar gündemde… Mademki; ben bu notlar nedeniyle yargılanıyorum…
O zaman o günleri ‘Gerilimli Yıllar’ başlığı altında yazmak gerekir diye düşündüm.
Notları hazırladım.
Yazı izninin çıkmasıyla birlikte bunların da okura ulaşmasını hayal ediyorum.
Sevgili ağabey,
Ankara Büro artık ete-kemiğe büründü. Herkes kendi sorumluluğunun farkında. Ama sizin ağabeylik şemsiyeniz çok çok önemli. Bunu fazlasıyla yerine getirdiğinizden eminim.
Yönetim sorumluluğu alan arkadaşlarımız da tam bir ekip oldu. Ali Yazan, Mustafa Çakır, Osman Özer… Sizi ne yorar ne üzer!
Kafiye koymadan da geçmeyelim.
Eşim Gülşah’tan, yani kızınızdan sizin, Esin Abla’nın iyilik, sağlık haberlerini alıyorum.
Sevgili ağabey,
Usul usul mektuplar almaya başladım. İlk mektup bir kartpostaldı. Cumhuriyet okuru Dr. Hüseyin, güzel bir Nâzım Hikmet resmi göndermiş. Arada seyrediyorum.
Yaklaşık 15-20 gündür gazeteleri düzenli okuyabilmeye başladım. CUMOK’ları, sevgili CUMOK’ların ‘Balbay çıkacak yine yazacak’ metnini görünce, yazmış kadar oluyorum dersem abartı olur, ama içim kıpır kıpır ediyor. İster istemez her gün, bugün şu şöyle yazılır demeden edemiyorum.
Her neyse bugünler de geçer…
Sevgili ağabey,
Size ilk mektubumu burada noktalıyorum. Elyazım çok kötü, farkındayım. Bu kadar düzeltebildim. Bunun için özür dilerim.
En kısa zamanda konuşmak, sarılmak dileğiyle...
Bütün büro arkadaşlarıma, bütün soranlara… Selamlar, sevgiler...
Size ve Esin Abla’ya sonsuz selam, saygı...

Kardeşiniz, meslektaşınız, arkadaşınız
Mustafa Balbay - 7.4.09 Silivri”

May 25, 2009

merak ediyorum

bu ted mosby neden hala elinde çiziyo?

bu yaz staj yabsın CAD kapsın bi yerden.

May 19, 2009

melek



May 14, 2009

blogger

enip'in dediği gibi çok çirkinsin. biri bizi bu evden sora da blogger'dan taşısın. olur mu?

gazeteci kimliğim

berkeley'in brower merkezi hakkında arkitera'da bi haber okudum. geri dönüşüm malzemelerini kullanmışlar gibin gibin gayeten bir haber. ki haberin en sonunda -ki demek ki biliyoruz kaynağında da öylesi var- bir klozet fotoğrafı var (fotoğraf görseli var demeye utandım) sifonu çekilmemiş sanıyosun ki değilmiş yağmur çamur suyuymuş. efenim senelerce hilton'un suları da böyle aktı o zaman. ki o ana kadar da eskilikten sandıydım "aydın doğan görmesin bahane eder" dediydim içimden. takdire şayan hareket diye onu da koyun.

hergün ben okurum ama link vermem kişisel husumetim var.

bu yazı niye kafam kadar oluyo biri bana açıklasın.

May 13, 2009

acımasızlık

Nottinghamshire'da bir toplu konutta -çevirimin yalancısıyım- sıcak ortam olsun diye koyduk ayağı yapıp gençlerin siyah noktalarını, aknelerini yazıda ingilizcesi tam geçen haliyle, kabak gibi ortaya seren pembe ışıktan koyup, gençliği ordan uzak tutmaya çalışıyorlarmış.

şu ilen:



içimizdeki fırat

şarj aletimin handan'da kalmasını bi opsiyon olarak gören ben, şarjsız geziyorum muntazaman. hatta sarjım belki de yetecek ama telefon sürekli kapalı.

"kim aramış" diye sürekli bunu anlamayan bir yarin telefonu mesaj diye gelmekte. arada açıp haber veriyorum. eve gidince ararım. enise'den ara gibi direktifler de olabiliyo.

dün "eve gidince aricam dedim ya" diye mesaj attım.

"her telefonu açınca şarj ettin sanıyorum ki ehe" dedi.

of çok yerim ikisini de.

May 10, 2009

May 3, 2009

adını telafuz bile edemeyeceğim bi sendrom

gezdiğimiz hiçbi yasal dvd satış merkezinde insana izleme hissi veren bi film bulamadık, ya izlemiş oluyoruz ya da çekmiyo işte. ülkenin yarası bu. hiçbir dvd market bir mininova şevki de vermiyo. biz de sonunda korsan danışmanımız aydın ailesine danıştık ve bi sürü film bulduk kendinden geçmek suretiyle. işte download ve korsan piyasasının, resmi dvd piyasasından yavaş olmasının ortamı mahvetmesi de adını veremeyeceğim bir başka sendrom. "bu kadar geç yapmak zorunda değilsiniz herşeyi" diyerek burdan değişmeyen kabile üyesi ertuğrul günay'a ondan da istediği merciye sesleniyorum. kanal d home videos lütfen beni duyma!-kabine demeyi biliyorum lütfen ama yine de sizin gibi eğitimli gençlerin türkçeyi bu kadar yanlış konuşması üzücü diyen bir fatma bekliyorum buraya-

bi ara “yes man!”le gülüp eğlenip film geçtiği dakika unuttuk, böyle bi etki yaptı. cenker sürekli gülmesinin akabinine film biter bitmez "eh işte" yorumunu çaktı. aslında o kadar da değil.

ertesi gün "ah bu adam", "ah bu yönetmen" diye philip seymour hoffman ve charlie kaufman hatrına aldığımız o değil adını telafuz etmek şu an yazamayacağım filmi izlemeye çalıştık. hoffman 'n' kaufman. "synechoche, new york". ve hatta sonuna kadar yaptık bunu. sonunda izlemiş olduk sanki evet. bakmakla görmek arasındaki nüanstan burda da iki kelime arasında istiyorum şu an. ben tek olsam dizi tadında 22 dk. aralarla izlemiştim o kesin ve net. bitireceğimi varsayarsak. 2 saat boyunca süren film boyunca biri yemek yemeye ya da tuvalete kalktıkça geri kalanlar, psikopatça filmi durdurup kaçırdığı 3-5 saniyeyi de geri almak suretiyle işkence süresinden de kısmadı. bunu o an farketmedim, şimdi farkediyorum. heralde "ben entelim, çok beğeniyorum, siz de kaçırmayın" karizması var galiba, önce ben yaptığım için onlar da bana yaptı sanıyorum. ama filme sürekli bi şans verme durumu var. merakla izliyosun, bilmiyorum bu mudur aslında istenen. "şimdi olucak, şimdi etkileniceğim bi ekşın geliyor".. derken hiçbişey gelmiyor. 0'dan başlayıp 0,25'e bazen yeni sevdiğin bi aktör/aktris filme girince 0,75'e çıkan sonra ondan da hayır gelmeyince yine 0,25'e düşen bi film. kaç üzerinden ben de bilmiyorum şimdi. imdb tabii ki dayamış puanları. anlamadığı her filme hayran olan sinefil*, çözemediği her erkeğe aşık olan kadın tadındagiller. david lynch'i de tepemize çıkarışımız ondan değil mi? charlie kaufman'ın zekası hayranlık mı verici, yoksa bu konudan bişey çıkaramadığı için masada kaybedici mi bilmiyorum. iki saat içinde film sonunu bulmaya çalışıyo, ama sonunda yapamıyo ve vazgeçiyo gibi. hatta sürekli olmaya çalışıp "kavramda bırakiyim ben bunu" diye yanlamış. zaten kendinden sarmal da konuyu bela etmiş kendisine ki aslında en çekici kısmı da o. hatta film aslında film olmaya çalışan bi yapım/yapıt/yapı? bi eskizin şaibeli naifliğine sahip. eskiz kalsa vay dersin. projeyim diye çıkınca çalışmamış. "çalışmak" mimarlıkta kullanılması gıcık bi zevk veriyo, metale dilini değdirmek gibi. anladım ben ne dediğimi gerçekten ki.
lisedeyken akay bizim konuşmalarımızı dinleyen birinin hiçbişey anlamadığına dair bi yorum yapmıştı. yazdıklarımın ve kurduğum cümlelerin "anlaşılmicak ne var ki lan?" hissiyatını vermesinden ya da uzattığım için sallanmadığımın farkında olmayışım kaufman'da da olabilir mi? acaba biz mi anlamadık?


filmin tarafımdan takdire şayan görülmemesi
ni genelgeçer olarak görmem "they found avian flu in turkey. in the country turkey not turkeys. it's in chickens." repliğinin 70 milyonluk karma düşüklüğü mü bilmem. komik de.

bi frankofon vardır, sap değilse sapına kadar fransızcayı öğrenmiş; bi de frankofil vardır, bi sap olamamış sadece hayran olmuş. herkes bi patates bi de fransızca sever, o yüzden bu kelime ne kadar "vaaaay"sa sinefil de o derecedir. takdire şayanlık konusunda. bu düşüncemden ve ifade edişimden çok emin olamadım aslında. belki dönüşürüm.