mustafa balbay'ın mektubunu post etmek istedim edemedim. bunu edebiliyo muyum?
edit: tehdit edince işe yarıyor.
May 26, 2009
balbay'dan cüneyt arcayürek'e mektup
"Sevgili Ağabey:
Mesajlarını, selamlarını sürekli alıyorum. Her seferinde ayrı mutlu oluyor, seviniyorum.
Geçen gün ne güzel söylemişsin: ‘Meslektaşım, arkadaşım, kardeşim Balbay!’
Biliyorsunuz ben de öyle düşünüyorum.
Sevgili ağabey;
Anlatacak, söyleyecek çok şey var. Ne demişler; gerçek, zamanın çocuğudur. Zaman içinde her şey yerli yerine oturacak.
Ama bir iki şeyi vurgulamadan geçemeyeceğim…
Birbirinden tamamen kopuk, değişik zamanlarda tuttuğum, büyük bölümü ham olan kimi notlarımın birleştirilip toplu bir metin haline getirilmesi, yer yer de küçük ama tüm anlamı değiştiren ekler yapılarak servis edilmesi, olacak şey değil.
Tabii Türkiye’de artık hiçbir şeye şaşırmamak gerekiyor.
Her şey bir yana; aynı zaman dilimi içinde Deniz Feneri davasıyla ilgili yayın yasağının getirilmesi, buna karşın bir gazetecinin sürdürülen operasyonla ilgili-ilgisiz tüm notlarının çarşaf çarşaf yayımlanması Türkiye’ye özgü bir çelişki.
Üstelik notlar öyle bir havada yayımlandı ki; hani bir benzetme vardır:
‘Ehliyetin yoksa, araç kullanamazsınız’.
Bu cümlede ‘ehliyetin yoksa’ bölümünü atarsan geriye ne kalır?
‘Araç kullanamazsınız’.
Vay, Balbay araç kullanamazsınız dedi, demek gibi bir şey benim karşı karşıya kaldığım durum!..
Notlar iddianameye de benzer havada girmiş…
Bunun yanında biraz açıklayıcı bilgi verince tamamen farklı yorumlanacak durumlar da var. Örneğin, Kara Kuvvetleri Komutanlığı döneminde Aytaç Yalman’ın 10 Kasım nedeniyle bir bildiri yayımlamak istemesi ve benim bildiriye ek yapmam…
Olayın aslı şu:
Yalman bütün gazetelere bildiri fakslamadı, sadece 6-7 gazeteye tek tek 10 Kasım bildirisini, bir demeç gibi verdi. Yazılmak üzere demeç verseydi nasıl cümle cümle not edecekse bir gazeteci, ben de öyle aldım. Tam anlamadığım cümleleri de sordum… Hepsi bu…
Arşive bakıldığında Kasım 2002’de birkaç gazetede (sadece Cumhuriyet’te değil) bu bildiri görülecektir.
Bu ve benzeri birçok durum var ama başınızı çok fazla ağrıtmak da istemiyorum.
Sevgili ağabey,
Burada tek kalmaktan daha önemli sorunum, yazı yazamamak. Eğer yazabilseydim, yukarıda aktardığım örneğe benzer pek çok şeye açıklık getirecektim.
Avukatımız Akın Atalay, kocaman yasa kitapları getirdi. Onlarda, tutuklu bir kişinin ‘yayın faaliyeti’ yapabileceği yazılı. Buradan olmadık yöntemler deneyerek yazı göndermek istemiyorum. Yasal hakkımı kullanmak istiyorum.
Şimdilik yasal iznin verilmesini beklemek gerekiyor.
Sevgili ağabey,
Beni en iyi tanıyanlardan biri sizsiniz... Gazeteciliği hakkını vererek yapmak ve kitaplar yazmaktan başka bir hedefim yok. Çok uzak tarihimizle ilgili araştırmalara yönelmeye başlamıştım. Bunun için tonlarla kitap almıştım. Sizin önerdikleriniz dahil… O nedenle 2000’li yıllara ayrıca eğilmekten yana değildim. Gelin görün ki, yaşam beni bugüne ayrıca eğilmeye bir bakıma mecbur etti: Mademki gazetede yer alan metinler yeter, ayrı notları artık kullanmam gerekmez diye düşünüp sildiğim ve meşhur olan notlar gündemde… Mademki; ben bu notlar nedeniyle yargılanıyorum…
O zaman o günleri ‘Gerilimli Yıllar’ başlığı altında yazmak gerekir diye düşündüm.
Notları hazırladım.
Yazı izninin çıkmasıyla birlikte bunların da okura ulaşmasını hayal ediyorum.
Sevgili ağabey,
Ankara Büro artık ete-kemiğe büründü. Herkes kendi sorumluluğunun farkında. Ama sizin ağabeylik şemsiyeniz çok çok önemli. Bunu fazlasıyla yerine getirdiğinizden eminim.
Yönetim sorumluluğu alan arkadaşlarımız da tam bir ekip oldu. Ali Yazan, Mustafa Çakır, Osman Özer… Sizi ne yorar ne üzer!
Kafiye koymadan da geçmeyelim.
Eşim Gülşah’tan, yani kızınızdan sizin, Esin Abla’nın iyilik, sağlık haberlerini alıyorum.
Sevgili ağabey,
Usul usul mektuplar almaya başladım. İlk mektup bir kartpostaldı. Cumhuriyet okuru Dr. Hüseyin, güzel bir Nâzım Hikmet resmi göndermiş. Arada seyrediyorum.
Yaklaşık 15-20 gündür gazeteleri düzenli okuyabilmeye başladım. CUMOK’ları, sevgili CUMOK’ların ‘Balbay çıkacak yine yazacak’ metnini görünce, yazmış kadar oluyorum dersem abartı olur, ama içim kıpır kıpır ediyor. İster istemez her gün, bugün şu şöyle yazılır demeden edemiyorum.
Her neyse bugünler de geçer…
Sevgili ağabey,
Size ilk mektubumu burada noktalıyorum. Elyazım çok kötü, farkındayım. Bu kadar düzeltebildim. Bunun için özür dilerim.
En kısa zamanda konuşmak, sarılmak dileğiyle...
Bütün büro arkadaşlarıma, bütün soranlara… Selamlar, sevgiler...
Size ve Esin Abla’ya sonsuz selam, saygı...
Kardeşiniz, meslektaşınız, arkadaşınız
Mustafa Balbay - 7.4.09 Silivri”
Mesajlarını, selamlarını sürekli alıyorum. Her seferinde ayrı mutlu oluyor, seviniyorum.
Geçen gün ne güzel söylemişsin: ‘Meslektaşım, arkadaşım, kardeşim Balbay!’
Biliyorsunuz ben de öyle düşünüyorum.
Sevgili ağabey;
Anlatacak, söyleyecek çok şey var. Ne demişler; gerçek, zamanın çocuğudur. Zaman içinde her şey yerli yerine oturacak.
Ama bir iki şeyi vurgulamadan geçemeyeceğim…
Birbirinden tamamen kopuk, değişik zamanlarda tuttuğum, büyük bölümü ham olan kimi notlarımın birleştirilip toplu bir metin haline getirilmesi, yer yer de küçük ama tüm anlamı değiştiren ekler yapılarak servis edilmesi, olacak şey değil.
Tabii Türkiye’de artık hiçbir şeye şaşırmamak gerekiyor.
Her şey bir yana; aynı zaman dilimi içinde Deniz Feneri davasıyla ilgili yayın yasağının getirilmesi, buna karşın bir gazetecinin sürdürülen operasyonla ilgili-ilgisiz tüm notlarının çarşaf çarşaf yayımlanması Türkiye’ye özgü bir çelişki.
Üstelik notlar öyle bir havada yayımlandı ki; hani bir benzetme vardır:
‘Ehliyetin yoksa, araç kullanamazsınız’.
Bu cümlede ‘ehliyetin yoksa’ bölümünü atarsan geriye ne kalır?
‘Araç kullanamazsınız’.
Vay, Balbay araç kullanamazsınız dedi, demek gibi bir şey benim karşı karşıya kaldığım durum!..
Notlar iddianameye de benzer havada girmiş…
Bunun yanında biraz açıklayıcı bilgi verince tamamen farklı yorumlanacak durumlar da var. Örneğin, Kara Kuvvetleri Komutanlığı döneminde Aytaç Yalman’ın 10 Kasım nedeniyle bir bildiri yayımlamak istemesi ve benim bildiriye ek yapmam…
Olayın aslı şu:
Yalman bütün gazetelere bildiri fakslamadı, sadece 6-7 gazeteye tek tek 10 Kasım bildirisini, bir demeç gibi verdi. Yazılmak üzere demeç verseydi nasıl cümle cümle not edecekse bir gazeteci, ben de öyle aldım. Tam anlamadığım cümleleri de sordum… Hepsi bu…
Arşive bakıldığında Kasım 2002’de birkaç gazetede (sadece Cumhuriyet’te değil) bu bildiri görülecektir.
Bu ve benzeri birçok durum var ama başınızı çok fazla ağrıtmak da istemiyorum.
Sevgili ağabey,
Burada tek kalmaktan daha önemli sorunum, yazı yazamamak. Eğer yazabilseydim, yukarıda aktardığım örneğe benzer pek çok şeye açıklık getirecektim.
Avukatımız Akın Atalay, kocaman yasa kitapları getirdi. Onlarda, tutuklu bir kişinin ‘yayın faaliyeti’ yapabileceği yazılı. Buradan olmadık yöntemler deneyerek yazı göndermek istemiyorum. Yasal hakkımı kullanmak istiyorum.
Şimdilik yasal iznin verilmesini beklemek gerekiyor.
Sevgili ağabey,
Beni en iyi tanıyanlardan biri sizsiniz... Gazeteciliği hakkını vererek yapmak ve kitaplar yazmaktan başka bir hedefim yok. Çok uzak tarihimizle ilgili araştırmalara yönelmeye başlamıştım. Bunun için tonlarla kitap almıştım. Sizin önerdikleriniz dahil… O nedenle 2000’li yıllara ayrıca eğilmekten yana değildim. Gelin görün ki, yaşam beni bugüne ayrıca eğilmeye bir bakıma mecbur etti: Mademki gazetede yer alan metinler yeter, ayrı notları artık kullanmam gerekmez diye düşünüp sildiğim ve meşhur olan notlar gündemde… Mademki; ben bu notlar nedeniyle yargılanıyorum…
O zaman o günleri ‘Gerilimli Yıllar’ başlığı altında yazmak gerekir diye düşündüm.
Notları hazırladım.
Yazı izninin çıkmasıyla birlikte bunların da okura ulaşmasını hayal ediyorum.
Sevgili ağabey,
Ankara Büro artık ete-kemiğe büründü. Herkes kendi sorumluluğunun farkında. Ama sizin ağabeylik şemsiyeniz çok çok önemli. Bunu fazlasıyla yerine getirdiğinizden eminim.
Yönetim sorumluluğu alan arkadaşlarımız da tam bir ekip oldu. Ali Yazan, Mustafa Çakır, Osman Özer… Sizi ne yorar ne üzer!
Kafiye koymadan da geçmeyelim.
Eşim Gülşah’tan, yani kızınızdan sizin, Esin Abla’nın iyilik, sağlık haberlerini alıyorum.
Sevgili ağabey,
Usul usul mektuplar almaya başladım. İlk mektup bir kartpostaldı. Cumhuriyet okuru Dr. Hüseyin, güzel bir Nâzım Hikmet resmi göndermiş. Arada seyrediyorum.
Yaklaşık 15-20 gündür gazeteleri düzenli okuyabilmeye başladım. CUMOK’ları, sevgili CUMOK’ların ‘Balbay çıkacak yine yazacak’ metnini görünce, yazmış kadar oluyorum dersem abartı olur, ama içim kıpır kıpır ediyor. İster istemez her gün, bugün şu şöyle yazılır demeden edemiyorum.
Her neyse bugünler de geçer…
Sevgili ağabey,
Size ilk mektubumu burada noktalıyorum. Elyazım çok kötü, farkındayım. Bu kadar düzeltebildim. Bunun için özür dilerim.
En kısa zamanda konuşmak, sarılmak dileğiyle...
Bütün büro arkadaşlarıma, bütün soranlara… Selamlar, sevgiler...
Size ve Esin Abla’ya sonsuz selam, saygı...
Kardeşiniz, meslektaşınız, arkadaşınız
Mustafa Balbay - 7.4.09 Silivri”
May 25, 2009
May 14, 2009
gazeteci kimliğim
berkeley'in brower merkezi hakkında arkitera'da bi haber okudum. geri dönüşüm malzemelerini kullanmışlar gibin gibin gayeten bir haber. ki haberin en sonunda -ki demek ki biliyoruz kaynağında da öylesi var- bir klozet fotoğrafı var (fotoğraf görseli var demeye utandım) sifonu çekilmemiş sanıyosun ki değilmiş yağmur çamur suyuymuş. efenim senelerce hilton'un suları da böyle aktı o zaman. ki o ana kadar da eskilikten sandıydım "aydın doğan görmesin bahane eder" dediydim içimden. takdire şayan hareket diye onu da koyun.
hergün ben okurum ama link vermem kişisel husumetim var.
bu yazı niye kafam kadar oluyo biri bana açıklasın.May 13, 2009
acımasızlık
Nottinghamshire'da bir toplu konutta -çevirimin yalancısıyım- sıcak ortam olsun diye koyduk ayağı yapıp gençlerin siyah noktalarını, aknelerini yazıda ingilizcesi tam geçen haliyle, kabak gibi ortaya seren pembe ışıktan koyup, gençliği ordan uzak tutmaya çalışıyorlarmış.
şu ilen:
şu ilen:
içimizdeki fırat
şarj aletimin handan'da kalmasını bi opsiyon olarak gören ben, şarjsız geziyorum muntazaman. hatta sarjım belki de yetecek ama telefon sürekli kapalı.
"kim aramış" diye sürekli bunu anlamayan bir yarin telefonu mesaj diye gelmekte. arada açıp haber veriyorum. eve gidince ararım. enise'den ara gibi direktifler de olabiliyo.
dün "eve gidince aricam dedim ya" diye mesaj attım.
"her telefonu açınca şarj ettin sanıyorum ki ehe" dedi.
of çok yerim ikisini de.
"kim aramış" diye sürekli bunu anlamayan bir yarin telefonu mesaj diye gelmekte. arada açıp haber veriyorum. eve gidince ararım. enise'den ara gibi direktifler de olabiliyo.
dün "eve gidince aricam dedim ya" diye mesaj attım.
"her telefonu açınca şarj ettin sanıyorum ki ehe" dedi.
of çok yerim ikisini de.
May 10, 2009
May 3, 2009
adını telafuz bile edemeyeceğim bi sendrom
gezdiğimiz hiçbi yasal dvd satış merkezinde insana izleme hissi veren bi film bulamadık, ya izlemiş oluyoruz ya da çekmiyo işte. ülkenin yarası bu. hiçbir dvd market bir mininova şevki de vermiyo. biz de sonunda korsan danışmanımız aydın ailesine danıştık ve bi sürü film bulduk kendinden geçmek suretiyle. işte download ve korsan piyasasının, resmi dvd piyasasından yavaş olmasının ortamı mahvetmesi de adını veremeyeceğim bir başka sendrom. "bu kadar geç yapmak zorunda değilsiniz herşeyi" diyerek burdan değişmeyen kabile üyesi ertuğrul günay'a ondan da istediği merciye sesleniyorum. kanal d home videos lütfen beni duyma!-kabine demeyi biliyorum lütfen ama yine de sizin gibi eğitimli gençlerin türkçeyi bu kadar yanlış konuşması üzücü diyen bir fatma bekliyorum buraya-
bi ara “yes man!”le gülüp eğlenip film geçtiği dakika unuttuk, böyle bi etki yaptı. cenker sürekli gülmesinin akabinine film biter bitmez "eh işte" yorumunu çaktı. aslında o kadar da değil.
bi ara “yes man!”le gülüp eğlenip film geçtiği dakika unuttuk, böyle bi etki yaptı. cenker sürekli gülmesinin akabinine film biter bitmez "eh işte" yorumunu çaktı. aslında o kadar da değil.
ertesi gün "ah bu adam", "ah bu yönetmen" diye philip seymour hoffman ve charlie kaufman hatrına aldığımız o değil adını telafuz etmek şu an yazamayacağım filmi izlemeye çalıştık. hoffman 'n' kaufman. "synechoche, new york". ve hatta sonuna kadar yaptık bunu. sonunda izlemiş olduk sanki evet. bakmakla görmek arasındaki nüanstan burda da iki kelime arasında istiyorum şu an. ben tek olsam dizi tadında 22 dk. aralarla izlemiştim o kesin ve net. bitireceğimi varsayarsak. 2 saat boyunca süren film boyunca biri yemek yemeye ya da tuvalete kalktıkça geri kalanlar, psikopatça filmi durdurup kaçırdığı 3-5 saniyeyi de geri almak suretiyle işkence süresinden de kısmadı. bunu o an farketmedim, şimdi farkediyorum. heralde "ben entelim, çok beğeniyorum, siz de kaçırmayın" karizması var galiba, önce ben yaptığım için onlar da bana yaptı sanıyorum. ama filme sürekli bi şans verme durumu var. merakla izliyosun, bilmiyorum bu mudur aslında istenen. "şimdi olucak, şimdi etkileniceğim bi ekşın geliyor".. derken hiçbişey gelmiyor. 0'dan başlayıp 0,25'e bazen yeni sevdiğin bi aktör/aktris filme girince 0,75'e çıkan sonra ondan da hayır gelmeyince yine 0,25'e düşen bi film. kaç üzerinden ben de bilmiyorum şimdi. imdb tabii ki dayamış puanları. anlamadığı her filme hayran olan sinefil*, çözemediği her erkeğe aşık olan kadın tadındagiller. david lynch'i de tepemize çıkarışımız ondan değil mi? charlie kaufman'ın zekası hayranlık mı verici, yoksa bu konudan bişey çıkaramadığı için masada kaybedici mi bilmiyorum. iki saat içinde film sonunu bulmaya çalışıyo, ama sonunda yapamıyo ve vazgeçiyo gibi. hatta sürekli olmaya çalışıp "kavramda bırakiyim ben bunu" diye yanlamış. zaten kendinden sarmal da konuyu bela etmiş kendisine ki aslında en çekici kısmı da o. hatta film aslında film olmaya çalışan bi yapım/yapıt/yapı? bi eskizin şaibeli naifliğine sahip. eskiz kalsa vay dersin. projeyim diye çıkınca çalışmamış. "çalışmak" mimarlıkta kullanılması gıcık bi zevk veriyo, metale dilini değdirmek gibi. anladım ben ne dediğimi gerçekten ki.
lisedeyken akay bizim konuşmalarımızı dinleyen birinin hiçbişey anlamadığına dair bi yorum yapmıştı. yazdıklarımın ve kurduğum cümlelerin "anlaşılmicak ne var ki lan?" hissiyatını vermesinden ya da uzattığım için sallanmadığımın farkında olmayışım kaufman'da da olabilir mi? acaba biz mi anlamadık?
filmin tarafımdan takdire şayan görülmemesini genelgeçer olarak görmem "they found avian flu in turkey. in the country turkey not turkeys. it's in chickens." repliğinin 70 milyonluk karma düşüklüğü mü bilmem. komik de.
bi frankofon vardır, sap değilse sapına kadar fransızcayı öğrenmiş; bi de frankofil vardır, bi sap olamamış sadece hayran olmuş. herkes bi patates bi de fransızca sever, o yüzden bu kelime ne kadar "vaaaay"sa sinefil de o derecedir. takdire şayanlık konusunda. bu düşüncemden ve ifade edişimden çok emin olamadım aslında. belki dönüşürüm.
filmin tarafımdan takdire şayan görülmemesini genelgeçer olarak görmem "they found avian flu in turkey. in the country turkey not turkeys. it's in chickens." repliğinin 70 milyonluk karma düşüklüğü mü bilmem. komik de.
bi frankofon vardır, sap değilse sapına kadar fransızcayı öğrenmiş; bi de frankofil vardır, bi sap olamamış sadece hayran olmuş. herkes bi patates bi de fransızca sever, o yüzden bu kelime ne kadar "vaaaay"sa sinefil de o derecedir. takdire şayanlık konusunda. bu düşüncemden ve ifade edişimden çok emin olamadım aslında. belki dönüşürüm.
Subscribe to:
Posts (Atom)